19 Ağustos 2014 Salı

Hayat olmuş Candy crush

Hani hayat için derler ya hep "oyun" gibidir diye.. Sanırım öyle. Oyunda nasıl eğleniyorsan hayatta da eğlenmeye bakıcan kafasında.. Peki gerçekten ne kadar eğlenceli?

Candy crush'ı düşünün. Muhakkak herkes bu oyun çeşidini bir kere de olsa denemiştir.
İlk bölümleri ne kadar da basit ve eğlenceli değil mi? Aynı çocukluğumuz gibi. Hamle sayısı az ve basit.
Çok fazla düşünmeyi gerektirmeyen, en fazla 2 denemeyle kazandığınız bölümler..

Fakat sonra ne oluyor? Büyümeye başlıyoruz. Oyun da büyüme başlıyor.
Hamle sayıları, engeller, renkler birden artıyor. Galibiyetlerin sefasını sürerken birden anlamsızlaşıyor oyunun zorlaşması.
Fakat ergenliğin verdiği o hormonsal cesaretle düşünmeden oynamaya devam ediyoruz. Sonra fark ediyoruz ki "düşünmek" gerekiyormuş, doğru hamleler yapıp gelecek bölümlere geçebilmek için..

Ardından bölümler geçiyor, yıllar geçiyor.. Bir şekilde ortada bir yerlerde duruyoruz. Artık o eski tadı vermiyor oyun. Hep aynı amaç; "Bölümleri iyi puanla geç!".
Yani;  "İyi bir meslek edin, iyi paralar kazan!".

Neden?

Belki ben kötü geçmek istiyorsam?
Belki ben oyunları hızlı hızlı değil de, tadını çıkara çıkara geçmek istiyorsam?
Belki ben, o bölümü sindirip hatasız geçmek için tüm zamanımı harcayıp, sanki ordan bakıldığında yerimde sayıyormuş gibi gözükmek istiyorsam?

Belki bana bu oyunu oynamak ya da oynamamak istediğim sorulmamış olabilir. Fakat nasıl oynamak istediğim, benim kararım olmalı..

Olmayınca işte, artık o eski tadı vermemeye başlıyor. Bölümleri zorraki ite kaka geçmeye çalışıyorsun. Bölüm geçmek artık zorunluluk olmuş. Tabi bir de bunu hırsa çeviren "yarışmacılar" var aramızda. Neticede bunu bir "yarış" olarak görüyorlar. 

"En yüksek kaç puan yaparım? Kaç yıldız alırım? Kaç kişiden öndeyim? HEPSİNİ BEN GEÇMELİYİİİİM!"

İşte siz de bu insanların oluşturduğu sürünün içine düşüp bir anda bu yarışın ortasında buluveriyorsunuz kendinizi. İstemli ya da istemsiz. Eğer istemsizse, vay halinize..

Siz daha bu oyunu ya da "yarışı" bitiremeden o bitirmeye başlıyor sizi. Hayalleriniz, umutlarınız birer rengini kaybedip solmaya başlıyor. Bir çözüm yolu bulmaya çalışıyorsunuz. Sonra diyorsunuz ki; "Artık bu oyunun/yarışın bir parçası olmayacağım!". Çok net tavır koymuşsunuz gibi.. Fakat istekler gelmeye devam ediyor oyununuzdan. Can isteği, yok ektrsa hamle isteği, yok kampanya yaptık ıvır zıvır.. Bir takım kişilerce hala dürtülmeye devam ediyorsunuz. Ve sanki o an, amaçlarının "can ya da ektrsa hamle isteme" değil de, hangi seviyede kaç yıldızla olduklarını göstermekmiş gibi geliyor. Çünkü eminsiniz, o bölümleri geçmek için sadece sizin verdiğiniz 1 cana ihtiyacı yok. Ya 25 dakika bekleyecek oyuncumuz sabırla, ya da çakafonluk yapıp kullandığı telefonun/tabletin saatini ileri alacak. Ki o hırslı oyuncular bu işin aslında anasını ağlatanlar. Elbette ki benim ya da senin göndereceğin tek bir cana ihtiyacı yok!

Gözüne sokuldukça bazı şeyler, daha da soğumaya başlıyorsun. İşte bu "sonun başlangıcı" oluyor. 

"Neden bunu oynamak zorundayım ki? Neden bu yarışın içinde olayım ki?
Çünkü anlamsız. 
Yarın öbür gün öldüğümde diplomalarımı ya da paralarımı tapularımı götürmeyeceğim gittiğim yere. Ama paha biçilemez anılarımı, ölümüm son anına kadar bir tebessümle yanımda götürebilirim. 
Bu tebessüm senin için lüks bir arabaya binmek olur; benim içinse bir aslana dokunabilmek, yanıp kül olmadan dünyanın en büyük ormanlarına girebilmek olur.

İşte o an oyundan çıkış yapmanın vakti gelmiştir. Çünkü bu oyun artık yarışa dönmüş ve eğlencenin zerresi kalmamıştır. Kendini ait hissetmediğin bir yerde durmanın bir manası yoktur.

Engelle gitsin oyunu! 
Başka oyunlar bul. Kendini ait hissedebileceğin,sana keyif verebilecek, senin gibi insanların olduğu, kimsenin birbiriyle yarışmadığı oyunlar..  Her bir oynadığın bölümün birbirinden değerli ve güzel olduğu, her birinin içinde ayrı tecrübeler barındıran oyunlar.. 


Bunu şu an yapan, yapabilen ya da yaşayan insanlar bence gerçekten çok şanslı. 

Ama şunu unutmamak gerek ki; her insan kendi şansını kendi yaratır.





16 Ağustos 2014 Cumartesi

Sofia prenses ve 7 Klavye şövalyeleri

bu aralar sanırım en sinir olduğum şeylerden biri sosyal medyanın; herkes tarafından, sanki birer "ikon", birer "fenomen" edasıyla kullanılması.
ve tabi bir de sosyal medya üzerinden kendi haklı göstermeye duyulan ihtiyacı ve kişisel saldırıları eklemem lazım.


artık o kadar itici geliyor ki anlatamam.. milletin paylaştığı saçma sapan yazılar mı dersin, durdurmak bilmez "selfie"ler mi dersin..
herkesin bi' kendini "çok eğleniyorum" havasında ispatlama çabaları gerçekten de çok itici.
artık facebook timeline'a bakmaz oldum. bildirim geldikçe açıyorum. çünkü dayanamıyorum milletin saçma sapan paylaşımlarına. ha tabi ülkeyi twitterdan kurtarmak da bunun cabası..


herkes kendince haklı.
ve haklı oldukları yetmezmiş gibi bir de yanlarına insan çekme gayretindeler.

herkes "ben" derdinde. "ben ve benim düşüncelerim". sanki herkes bunu çok merak eder gibi..


düşünüyorum da, acaba işin özünde bunları yapmanın moda olması değil de yalnızlık mı yatıyor?
neden gittiğimiz her yerin adını paylaşıyoruz? neden her yediğimiz yemeğin fotoğrafını koyuyoruz? neden sürekli kendi kendimizi çekip o saçma fotoğrafları koyuyoruz?
en önemlisi bunlara neden ihtiyaç duyuyoruz?

mesela, bu aralar beni çok rahatsız eden bir örnekten başlamak istiyorum:

erkek arkadaşımın eski kız arkadaşı.
kendisini birebir tanımıyorum. fakat sosyal medya üzerinden benim ve onun hakkında fazlasıyla çirkince paylaşımlar yaptı kendisi.
kızdım. ve üzerine kendisine bir uyarı maili gönderdim. üstünden aylar aylar geçti.. çok sonra gördüm ki aşk acısı çektiğine dair bir blog yayımlamış kendisi. üzüldüm. ne de olsa aşk ulvi bir şeydi değil mi? bunun üzerine blogumda ona bir yazı yazdım. tamamiyle içten olan bir yazı. okudu mu bilemiyorum.. ama ben kendimi iyi hissettim. fakat 2 gün önce tesadüfen bir sözlükte, aylar öncesinde attığım uyarı maili için bir başlık açmış ve yorum yapmış. yine çirkince.. görür görmez blogumdaki yazımı sildim.
şimdi beni düşündüren şey şu: neden insan böyle bir konuyu sözlükte paylaşma gereği duyar? neden bunu çirkince yapar?
bu kadar mı yalnız? bu kadar mı haklı çıkma çabası içerisinde ki, saçma sapan bir sözlükte bunu paylaşıp destek almaya çalışıyor? sağa sola bunu anlatıp millete ağlaması yetmedi mi ki..
insanlar ne istiyor birbirinden? hiç kimse dönüp kendine bakmıyor mu bi' "ben ne yapıyorum amk?!" deyip?
neymiş efendim, oradan buradan sövermiş, bu onun özgürlüğüymüş bıdı bıdı..

herkes gerçekten de fazlasıyla çok "özgür". bencillikle gerçek özgürlüğü karıştıracak kadar
çok "özgür".
çünkü herkes dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanıyor. herkes bir savaşçı, herkes bir prenses, herkes bir şövalye. kılıç ve kalkanları ise, klavyeleri. çünkü sadece 10 parmak istiyor yazmak. düşünüp düşünmemek sana/onlara kalmış. her türlü şeyi yazabilirsin. çünkü neydi? bu sizin "özgürlüğünüz"dü. düşünmeden sağa sola sallamak, "sadece ben bilirim"ciyi oynamak, "en çok ben eğleniyorum"u göstermek, kendinizi sanal dünya üzerinde tatmin etmek tabi ki de sizin en büyük "özgürlüğünüz". hah şuna bak neler de saçmalıyorum ben, kime neyi anlatıyorum değil mi?


her şey bu kadar sanallaşmışken, özelliğini güzelliğini yitirmişken, bence herkes dönüp bir kendine bakmalı. yerimizde saymaktan şikayet ederken, gün geçtikçe daha da geri geri gidiyoruz bence.
peki günün birinde bu prensesler, şövalyeler kendilerini ilk o başladıkları başlangıç çizgisinde bulduklarında ne yapacaklar?

hadi bakalım, kuşanın yine klavyelerinizi. bayağı ihtiyacınız olacak bu gidişle.. tabi "çirkinliği" de yol arkadaşınız yapmayı unutmayın.


12 Ağustos 2014 Salı

Neverland

Bi' Barış Manço öldüğünde böyle ağlamıştım, bir de bugün.. Hani insanların çocukluğundan kalma bir şeyler vardır ya, Robin Williams da benim için öyleydi. O benim tek hayran olduğum aktördü. Filmlerinden etkilenerek, hayal dünyamın kahramanı yapmıştım onu. Belki de hayali çocukluk dostumdu kendimce.. Filmlerle arası olmayan ben, sadece onun filmlerini çok sever, ilerde sadece onun filmlerinden koleksiyon yapmayı hayal ederdim. Bugün öldüğünü duyduğumda, onun gidişiyle çocukluğumdan da bir şeylerin gittiğini hissettim. Büyüyorduk ve bizim için güzel ve özel olan her şey de büyüdüğümüz zaman içerisinde ölüyordu..
Daha 2 gün önce Hook izlemiştik ve beni yine çocukluğuma götürmüştü. O güzel saf duygular, saf anılar.. 
Eğer Neverland ve Peter Pan gerçek olsaydı, asla oradan ayrılmaz, hep çocuk kalırdım.
Elveda Peter Pan, Can Dostum.
Elveda Ölü Ozan..

"Gather ye rosebuds while ye may,  

  Old Time is still a-flying:  
And this same flower that smiles to-day  
  To-morrow will be dying."