7 Kasım 2014 Cuma

Örümcekler

Örümceklerden nefret ederim. Fobi sanırım. Hiç hoşlanmam. Ve bugün evi süpürürken bolca tavandan minik örümcek temizledim. Ve sonra da banyoda kirli sepetinin altında koca bir örümcek buldum. Allahtan ölüydü. Hemen makinenin borusunu ona tutarak anında gözden kaybolmasını izledim ve rahatladım. Artık örümcekler yoktu. Fakat evin dışında doluydu. Bahçede, sokakta her yerde.. ama bana en yakın olanı ise, pencerenin dış tarafındaki panjurlarında olanlarıydı. Eğer o pencerede sineklik yoksa vay halime. Camı açtın mı muhakkak girerdi. Ve bugün ki karşılaştığım manzarayla tekrar karşılaşırdım. Onları uzak tutmak için, her pencereye aslında sineklik takmalıydım; fakat ne var ki aldığımız sineklik tüm pencerelere yetmemişti. Ve tabiki muhakkak en az bir pencerenin sinekliksiz olması gerekmesi de cabasıydı..

Evet bugün İzmir ışıl ışıldı doktorun da dediği gibi. Evde donan ellerim, dışarı da güneşi görünce sıcacık olmuşlardı. Kendimi bir an soğuk kanlı canlılar gibi hissettim. Güneşsiz yaşayamazdım. Bu haftanın şimdilik sonuncusu olan zorunlu aşımı yaptırmaya gitmiştim. Dönerken dışarı çıkacak olan arkadaşlarıma acaba bende mi katılsam diye düşünmeden edemedim. Çünkü iki kere reddetmiştim. Canım hiç istemiyordu. Bir yandan da üşeniyordum. Gerçi arkadaşlarım dediğim biri erkek arkadaşım diğeri ise onun en yakın arkadaşıydı. Hem beraber eve çıktığımız için erkek arkadaşımla haliyle 7/24 beraberdik. Biraz evde yalnız kalmak istiyordum da sanki. Yoksa bu, işin bahanesi miydi?

Bir yandan da tabi doktor arkadaşımla konuşmaya devam ediyordum. Dışarı çık diye ısrarla belirtiyordu. Ne vardı ki dışarıda? İstemiyordum işte. Yorgundum, halsizdim, uykusuzdum ve en önemlisi ise üşeniyordum vs vs.. Hemen cevap geldi tabi: Evden çıkmaktan üşenmen evden ne kadar da çıkman gerektiğini gösteriyor aslında.

Örümcekler gibiydi dışarı çıkmak da. Fobim haline ha geldi he gelecekti. Ama bayağı sıkıntılıydı. Yüzlerce sebep sunabilirdim dışarı çıkmamak için. Ama merak ettiğim, neden bu hale gelmiştim. İstanbul’da kıçı yer görmeyen kız, İzmir’deki evini neden bu kadar benimsemişti? Neden hep evde oturmak istiyordu. İzmir’de de halbuki görülecek çok güzel şeyler, yerler vardı...

Nedenlerim vardı ama yeterli değildi. Açıkcası doktor arkadaşım ve babam dışında da kimsenin pek umrunda değildi. Çünkü çıktığımda etrafımdaki insanları da sıkmaya başlıyordum. Zevk vermiyordu artık burada yapılan şeyler. En kötüsü de dostlarım uzaktaydı. Onlarla gezmeyi özledim. Ben ki, ailemle bile gezmeyi özlemişim. En son gelişlerinde 3 kere üst üste Urla’ya gittik fakat hiç ama hiç sıkılmadım. Sanırım özlemle yapılan bir şeylere ihtiyacım vardı. Heyecana ihtiyacım vardı..

Bu geçirdiğim zorlu süreçte, başarabildiğim en ufak bir şey bile beni motive etmeye yetmez sanırken yettiğini farkettim. Aslında bir nevi bu bana bağlıydı. Yetmediğini düşünürsem yetmezdi. Ama ben öyle düşünmek istemiyordum. Fakat doktor arkadaşım her dışarı çık dediğinde moralim bozulur oldu. Çünkü daha dışarı çıkacak aşamaya gelmemiştim. Kendimi nedense yetersiz hissediyordum. İşte aynı örümcekler gibiydi. Evin içindekileri teker teker temizliyordum, fakat o panjura ağ örmüş orayı mesken edinmiş örümceklere içerlenip duruyordum. İki şekilde kurtulabilirdim bu durumdan: Ya pencerelere sineklik takacaktım ya da panjurları pencereleri boydan boya yıkayacak temizleyecektim. Yıkamak elbette zor görünmüştü. İşte, buradaki bir arkadaş grubuyla ya da en önemlisi tek başıma bir yerlere gitmek ya da dışarı çıkmak da zor gözüküyordu. Ama tutup penceredeki örümceklere içerlenmek gibi, neden dışarı çıkamıyorum diye kendime içerlenip moralimi bozuyordum. Bu kendimi daha da sorgulamama sebep veriyordu. Sanki normal değilmişim hissiyatını tekrardan bana yaşatıyordu.

En son salona gelip süpürmemi bitirdiğimde kafamdaki tüm bu düşünceler de bitmişti bir anda. Gerçek bir cevabım yoktu, ama tonla nedenlerim bahanelerim vardı. Hangisinin içten ve gerçek olduğunu bilmiyordum. İçlerinden birini seçip de ona inanıp onu gerçek cevap yerine koymak da istemiyordum. Sadece kendime şunu söyleyebildim: Evinde süpürge makinen ve temizlik malzemelerin ve de pencerelerinin yarısından fazlasında sinekliğin var. Eğer pencereyi açıp hava almak istiyorsan sinekliği olan pencereleri tercih et. Fakat sinekliği olmayan pencereyi açmaya mecbursan ve eve örümcek girerse süpürge makineni ya da temizlik malzemelerini kullanıp onu evinde barındırmaya bilirsin. Havalar ısınınca ya da bu işi yapmanın uygun olduğuna karar verdiğin bir günde sıra sıra panjurları ve pencereleri temizleyebilirsin. Her şey zamanla ve sabırla. Hiçbir şey çözümsüz değil. Kötü düşünme.

Zamanla çıkacaktım işte dışarı. Ufak ufak.. Önyargısız.. Anın tadını yaşayarak.. Sadece moralimi bozmamalıydım. Her şeyin bir çözümü vardı elbet.


Ha erkek arkadaşım mı? Kötülemek gibi olmasın ama, sanırım örümcekler pek de onun umurunda değildi..





23 Eylül 2014 Salı

+18

Siktiğimin hayatı.

Ne sikime geldik hala anlamıyorum.
O diyor "Ruh var..", öteki diyor "Canlı makinalarız..".
İki hücre yan yana geldi diye milyarca yıl önce, ben neden olmak zorundayım ki?
Neden yani?
Bitir desen, o da kolay değil amk.
Böyle sik gibi kaldım ortada.
Heves bırakmadınız insanda.

Siktiğimin dünyası..

4 Eylül 2014 Perşembe

"Ütopyalar güzeldir"

Aslında bu aralar pek iyi olduğum söylenemez. Bir depresyon havuzunun içinde, adeta boğuluyorum. Hem de çırpınmadan.. Kabullenmiş gibi..

Sonra bendeki bu durumu farkedip, duruma el koymak isteyen çok yakın bir arkadaşım çıka geliyor karşıma. Ve soruyor: Elinde sınırsız imkan olsaydı neler yapmak isterdin?

1 aydır "ha yazdım ha yazacağım" derken, esas bugün farkettim neler yapmak isteyebileceğimi.
Açıkcası bu beni ürküttü de..
Çünkü ben bir süper kahraman değildim, bir mesih değildim. Daha normal bir şey isteyebilirken neden bunu içten içe tercih etmiştim? Neden bu düşüncenin hayaliyle, umutsuzca yaşıyordum ki? Günün birinde çikolata havuzunda yüzme ihtimalim bile daha gerçekçiydi. 
Bana yazıktı. Çok yazık..

...


Elimde sınırsız imkan olsaydı, kesinlikle ve kesinlikle dünyayı değiştirmeye çalışırdım. Çünkü bunu hakediyor. Huzuru, barışı, mutluluğu, güzel bir geleceği...
Kötü, savaşçıl düşünceyi ortadan kaldırmak isterdim. Herkesin barış içinde, güzellikle yaşaması için çalışırdım. Tabi ki sınırsız imkanlarımla..

Buna aslında terimsel olarak, ütopya denir. Ve eminim ki, cehalet ve kibir sürdükçe de asla barışı ne insanoğlu tam anlamıyla tadabilecek ne de üzerinde yaşadığımız dünyaya tattırabilecek. 
Yine de "Ütopyalar güzeldir"..

Ama bu düşünceden sıyrılıp, bir alt boyuttaki yapmak istediklerime gelecek olursak 2 şeyin orada gerçekleşmek için sabırsızlıkla durduğunu görebiliriz: Hayvanlarla yaşamak ve dünyayı gezmek.

Evet, bu kadar. :)  Benim gerçekten hayattan beklediğim bu kadar. Ama bu başlıkları biraz daha açmak da fayda görüyorum:

Küçükken 3 adet meslek hayalim vardı: Ya bilimadamı olacaktım, ya arkeolog, ya da müzisyen. Piyano hocam üniversitede öğretim görevlisi olduğu için ve konservatuarların durumundan yakındığı için annem de konservatuara ve güzel sanatlar lisesine olabildiğince net bakıyordu. Sonuç kesindi: Olmayacaktı. 
Yani benim bir şıkkım, zorla silinmişti. Elbette pes etmemiştim, fakat sonra gerçekle yüzyüze gelince pes edecektim..
Geriye arkeolog olmakla bilimadamı olmak kalmıştı. Kafamdaki bilim, astrofizik-astrobiyoloji idi. Bir yandan arkeolojiyle ilgili kitapları ansiklopedileri okurken bir yandan uzayla ilgili kitapları dergileri olabildiğince okuyordum. İlkokulda kızlar Hey Girl dergisi alırken ben Bilim Çocuk ve Bilim Teknik dergilerine üyeydim. Duvarlarımda şarkıcıların posterleri değil, gezegenlerin ve hayvanların posterleri  asılıydı. 
Bu dergiler sayesinde farkettim ki, hayvan sistematiğine karşı daha fazla merakım vardı. Bende bunu üniversite zamanına kadar ilerletebildiğim kadar ilerlettim ve biyoloji okumaya karar verdim. Hayalim ise, o belgesellerde gördüğüm vahşi yaşam biyologları gibi olup hayvanlarla beraber yaşamak, onlara yardımcı olmaktı. 

Para, mal, mülk umurumda değildi. İçimdeki bu birikmiş sevgiyi, şefkati onlara vermek istiyordum. Çünkü yavaş yavaş anlamaya başlamıştım ki, insanlar cehaletleri ve kibirlerinden ötürü, aslında bu sevgiyi, şefkati, merhameti haketmiyorlardı.  Ama doğa ve hayvanlar öyle değildi.. Verdiğimiz zararı ve acıyı, biraz olsun dindirmek istiyordum onlarda. 
Ve, huzuru yakalamak.

Dünyayı gezmekten kastım ise, yok Avrupa turu yok Amerika turu değildi. Ben gerçek olan dünyayı gezmek istiyordum. Dağları, denizleri, okyanusları, kanyonları, savannaları, gölleri, mağaraları, kutupları.. Eşsiz güzellikte olan her şeyi, kendi gözlerimle görmek isterdim; belgesellerle değil. İşte bunun için sınırsız imkan lazım. Gerçekten böyle imkanlarım olsaydı, bu hayalimi gerçekleştirirdim. Ardından da Afrika'ya gider, orada bir milli parkta hayvanlarla çalışırdım. Sonra da "Aslanlara Sarılan Kadın" diye belgesel çekerdim. Şahane değil mi?


Belki bu 2 hayalimi de gerçekleştirebilirim bir derece. İnsan yetinmeyi bilmeli, değil mi?
Ama esas hayalimden hiç ama hiç emin değilim. Ha çok isterdim, o ayrı. Ama dedim ya, ben ne super kahramanım ne de mesih.. İnsanlar hala birbirlerini dinlemiyorken, çok zor bir şeyleri düzeltmeye çalışmak, radikal değişiklikler yapmak. 

Neden bu hayalleri benimsemiş haldeyim onu da bilmiyorum. Neden daha normal, daha bencil şeyler isteyemiyorum? Nedir bu maneviyata ve doğaya olan düşkünlüğüm? 

İşte böyle zamanlarda, ait olma hissiyatını kaybedip, sonsuzluğa doğru yelken açmak istiyorum..  Bir daha asla, geri dönmemecesine. 

19 Ağustos 2014 Salı

Hayat olmuş Candy crush

Hani hayat için derler ya hep "oyun" gibidir diye.. Sanırım öyle. Oyunda nasıl eğleniyorsan hayatta da eğlenmeye bakıcan kafasında.. Peki gerçekten ne kadar eğlenceli?

Candy crush'ı düşünün. Muhakkak herkes bu oyun çeşidini bir kere de olsa denemiştir.
İlk bölümleri ne kadar da basit ve eğlenceli değil mi? Aynı çocukluğumuz gibi. Hamle sayısı az ve basit.
Çok fazla düşünmeyi gerektirmeyen, en fazla 2 denemeyle kazandığınız bölümler..

Fakat sonra ne oluyor? Büyümeye başlıyoruz. Oyun da büyüme başlıyor.
Hamle sayıları, engeller, renkler birden artıyor. Galibiyetlerin sefasını sürerken birden anlamsızlaşıyor oyunun zorlaşması.
Fakat ergenliğin verdiği o hormonsal cesaretle düşünmeden oynamaya devam ediyoruz. Sonra fark ediyoruz ki "düşünmek" gerekiyormuş, doğru hamleler yapıp gelecek bölümlere geçebilmek için..

Ardından bölümler geçiyor, yıllar geçiyor.. Bir şekilde ortada bir yerlerde duruyoruz. Artık o eski tadı vermiyor oyun. Hep aynı amaç; "Bölümleri iyi puanla geç!".
Yani;  "İyi bir meslek edin, iyi paralar kazan!".

Neden?

Belki ben kötü geçmek istiyorsam?
Belki ben oyunları hızlı hızlı değil de, tadını çıkara çıkara geçmek istiyorsam?
Belki ben, o bölümü sindirip hatasız geçmek için tüm zamanımı harcayıp, sanki ordan bakıldığında yerimde sayıyormuş gibi gözükmek istiyorsam?

Belki bana bu oyunu oynamak ya da oynamamak istediğim sorulmamış olabilir. Fakat nasıl oynamak istediğim, benim kararım olmalı..

Olmayınca işte, artık o eski tadı vermemeye başlıyor. Bölümleri zorraki ite kaka geçmeye çalışıyorsun. Bölüm geçmek artık zorunluluk olmuş. Tabi bir de bunu hırsa çeviren "yarışmacılar" var aramızda. Neticede bunu bir "yarış" olarak görüyorlar. 

"En yüksek kaç puan yaparım? Kaç yıldız alırım? Kaç kişiden öndeyim? HEPSİNİ BEN GEÇMELİYİİİİM!"

İşte siz de bu insanların oluşturduğu sürünün içine düşüp bir anda bu yarışın ortasında buluveriyorsunuz kendinizi. İstemli ya da istemsiz. Eğer istemsizse, vay halinize..

Siz daha bu oyunu ya da "yarışı" bitiremeden o bitirmeye başlıyor sizi. Hayalleriniz, umutlarınız birer rengini kaybedip solmaya başlıyor. Bir çözüm yolu bulmaya çalışıyorsunuz. Sonra diyorsunuz ki; "Artık bu oyunun/yarışın bir parçası olmayacağım!". Çok net tavır koymuşsunuz gibi.. Fakat istekler gelmeye devam ediyor oyununuzdan. Can isteği, yok ektrsa hamle isteği, yok kampanya yaptık ıvır zıvır.. Bir takım kişilerce hala dürtülmeye devam ediyorsunuz. Ve sanki o an, amaçlarının "can ya da ektrsa hamle isteme" değil de, hangi seviyede kaç yıldızla olduklarını göstermekmiş gibi geliyor. Çünkü eminsiniz, o bölümleri geçmek için sadece sizin verdiğiniz 1 cana ihtiyacı yok. Ya 25 dakika bekleyecek oyuncumuz sabırla, ya da çakafonluk yapıp kullandığı telefonun/tabletin saatini ileri alacak. Ki o hırslı oyuncular bu işin aslında anasını ağlatanlar. Elbette ki benim ya da senin göndereceğin tek bir cana ihtiyacı yok!

Gözüne sokuldukça bazı şeyler, daha da soğumaya başlıyorsun. İşte bu "sonun başlangıcı" oluyor. 

"Neden bunu oynamak zorundayım ki? Neden bu yarışın içinde olayım ki?
Çünkü anlamsız. 
Yarın öbür gün öldüğümde diplomalarımı ya da paralarımı tapularımı götürmeyeceğim gittiğim yere. Ama paha biçilemez anılarımı, ölümüm son anına kadar bir tebessümle yanımda götürebilirim. 
Bu tebessüm senin için lüks bir arabaya binmek olur; benim içinse bir aslana dokunabilmek, yanıp kül olmadan dünyanın en büyük ormanlarına girebilmek olur.

İşte o an oyundan çıkış yapmanın vakti gelmiştir. Çünkü bu oyun artık yarışa dönmüş ve eğlencenin zerresi kalmamıştır. Kendini ait hissetmediğin bir yerde durmanın bir manası yoktur.

Engelle gitsin oyunu! 
Başka oyunlar bul. Kendini ait hissedebileceğin,sana keyif verebilecek, senin gibi insanların olduğu, kimsenin birbiriyle yarışmadığı oyunlar..  Her bir oynadığın bölümün birbirinden değerli ve güzel olduğu, her birinin içinde ayrı tecrübeler barındıran oyunlar.. 


Bunu şu an yapan, yapabilen ya da yaşayan insanlar bence gerçekten çok şanslı. 

Ama şunu unutmamak gerek ki; her insan kendi şansını kendi yaratır.





16 Ağustos 2014 Cumartesi

Sofia prenses ve 7 Klavye şövalyeleri

bu aralar sanırım en sinir olduğum şeylerden biri sosyal medyanın; herkes tarafından, sanki birer "ikon", birer "fenomen" edasıyla kullanılması.
ve tabi bir de sosyal medya üzerinden kendi haklı göstermeye duyulan ihtiyacı ve kişisel saldırıları eklemem lazım.


artık o kadar itici geliyor ki anlatamam.. milletin paylaştığı saçma sapan yazılar mı dersin, durdurmak bilmez "selfie"ler mi dersin..
herkesin bi' kendini "çok eğleniyorum" havasında ispatlama çabaları gerçekten de çok itici.
artık facebook timeline'a bakmaz oldum. bildirim geldikçe açıyorum. çünkü dayanamıyorum milletin saçma sapan paylaşımlarına. ha tabi ülkeyi twitterdan kurtarmak da bunun cabası..


herkes kendince haklı.
ve haklı oldukları yetmezmiş gibi bir de yanlarına insan çekme gayretindeler.

herkes "ben" derdinde. "ben ve benim düşüncelerim". sanki herkes bunu çok merak eder gibi..


düşünüyorum da, acaba işin özünde bunları yapmanın moda olması değil de yalnızlık mı yatıyor?
neden gittiğimiz her yerin adını paylaşıyoruz? neden her yediğimiz yemeğin fotoğrafını koyuyoruz? neden sürekli kendi kendimizi çekip o saçma fotoğrafları koyuyoruz?
en önemlisi bunlara neden ihtiyaç duyuyoruz?

mesela, bu aralar beni çok rahatsız eden bir örnekten başlamak istiyorum:

erkek arkadaşımın eski kız arkadaşı.
kendisini birebir tanımıyorum. fakat sosyal medya üzerinden benim ve onun hakkında fazlasıyla çirkince paylaşımlar yaptı kendisi.
kızdım. ve üzerine kendisine bir uyarı maili gönderdim. üstünden aylar aylar geçti.. çok sonra gördüm ki aşk acısı çektiğine dair bir blog yayımlamış kendisi. üzüldüm. ne de olsa aşk ulvi bir şeydi değil mi? bunun üzerine blogumda ona bir yazı yazdım. tamamiyle içten olan bir yazı. okudu mu bilemiyorum.. ama ben kendimi iyi hissettim. fakat 2 gün önce tesadüfen bir sözlükte, aylar öncesinde attığım uyarı maili için bir başlık açmış ve yorum yapmış. yine çirkince.. görür görmez blogumdaki yazımı sildim.
şimdi beni düşündüren şey şu: neden insan böyle bir konuyu sözlükte paylaşma gereği duyar? neden bunu çirkince yapar?
bu kadar mı yalnız? bu kadar mı haklı çıkma çabası içerisinde ki, saçma sapan bir sözlükte bunu paylaşıp destek almaya çalışıyor? sağa sola bunu anlatıp millete ağlaması yetmedi mi ki..
insanlar ne istiyor birbirinden? hiç kimse dönüp kendine bakmıyor mu bi' "ben ne yapıyorum amk?!" deyip?
neymiş efendim, oradan buradan sövermiş, bu onun özgürlüğüymüş bıdı bıdı..

herkes gerçekten de fazlasıyla çok "özgür". bencillikle gerçek özgürlüğü karıştıracak kadar
çok "özgür".
çünkü herkes dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanıyor. herkes bir savaşçı, herkes bir prenses, herkes bir şövalye. kılıç ve kalkanları ise, klavyeleri. çünkü sadece 10 parmak istiyor yazmak. düşünüp düşünmemek sana/onlara kalmış. her türlü şeyi yazabilirsin. çünkü neydi? bu sizin "özgürlüğünüz"dü. düşünmeden sağa sola sallamak, "sadece ben bilirim"ciyi oynamak, "en çok ben eğleniyorum"u göstermek, kendinizi sanal dünya üzerinde tatmin etmek tabi ki de sizin en büyük "özgürlüğünüz". hah şuna bak neler de saçmalıyorum ben, kime neyi anlatıyorum değil mi?


her şey bu kadar sanallaşmışken, özelliğini güzelliğini yitirmişken, bence herkes dönüp bir kendine bakmalı. yerimizde saymaktan şikayet ederken, gün geçtikçe daha da geri geri gidiyoruz bence.
peki günün birinde bu prensesler, şövalyeler kendilerini ilk o başladıkları başlangıç çizgisinde bulduklarında ne yapacaklar?

hadi bakalım, kuşanın yine klavyelerinizi. bayağı ihtiyacınız olacak bu gidişle.. tabi "çirkinliği" de yol arkadaşınız yapmayı unutmayın.


12 Ağustos 2014 Salı

Neverland

Bi' Barış Manço öldüğünde böyle ağlamıştım, bir de bugün.. Hani insanların çocukluğundan kalma bir şeyler vardır ya, Robin Williams da benim için öyleydi. O benim tek hayran olduğum aktördü. Filmlerinden etkilenerek, hayal dünyamın kahramanı yapmıştım onu. Belki de hayali çocukluk dostumdu kendimce.. Filmlerle arası olmayan ben, sadece onun filmlerini çok sever, ilerde sadece onun filmlerinden koleksiyon yapmayı hayal ederdim. Bugün öldüğünü duyduğumda, onun gidişiyle çocukluğumdan da bir şeylerin gittiğini hissettim. Büyüyorduk ve bizim için güzel ve özel olan her şey de büyüdüğümüz zaman içerisinde ölüyordu..
Daha 2 gün önce Hook izlemiştik ve beni yine çocukluğuma götürmüştü. O güzel saf duygular, saf anılar.. 
Eğer Neverland ve Peter Pan gerçek olsaydı, asla oradan ayrılmaz, hep çocuk kalırdım.
Elveda Peter Pan, Can Dostum.
Elveda Ölü Ozan..

"Gather ye rosebuds while ye may,  

  Old Time is still a-flying:  
And this same flower that smiles to-day  
  To-morrow will be dying."

5 Temmuz 2014 Cumartesi

Kova

Ne bileyim, bazen hem yanlış anlaşılmak hem de aptal yerine koyulmak koyuyor. Safım, kabul ediyorum. Başıma gelen şeylerden bir tanesini kabullenişimin ilk sebebi bu. 
Mesela bugün; kapı çaldı, temizlikçi olduğu önlüğünden belli olan bir teyze duruyordu açtığımda. "Kovaylan su atmıştım, sizin cama gelmiş, haberiniz olsun" dedi. Ben de salak gibi, "Sorun değil teyzecim bakarım ben şimdi" dedim. Odaya bi' gittim; teyze ortalığın amına koymuş! Cam, yatak, pikeler, yerler hep su olmuş. Hayır temiz su olsa hadi bir derece.. Belli ki pis suyu atmış. Gelip söylemesi gerçekten takdire şayan, ama hakikakten aptal gibi hissettim o an. Bok vardı da "sorun yok" dedim..
Sonra düşündüm, "Boş ver, iyi ki öyle dedin" dedim kendi kendime. "Niye kızasın ki teyzeye? Niye üzesin kocaman kadını?"
Yine kendimi bırakıp başkalarını düşünmeye başlamıştım. İşte başıma gelenlerin ikinci sebebi de buydu ya zaten. Kendin dışında herkesi düşünmek. Kendini değil, insanları mutlu etmek. Onların mutluluğuyla mutlu olmak..
Bugün hala bir yerlere gelemeyip, hala ne yapmak istediğimi çözemez halde olmamın temel sebebi de belki buydu. 
Onun istediğini yap, bunun istediğini yap, annenin babanın istediğini yap.. Liste bir türlü bitmiyordu. Kendim için bir şey istediğimde ise, en az 20 kere düşünmek zorunda kalıyorum. Vicdanımla savaşıp duruyorum. Özellikle de ailemden bir şey isterken.. 

Niye böyleyim bilmiyorum. Ama bazen bu kadar fazla düşünmek, beni delicesine rahatsız ediyor. Sanki beynimi yitirecekmişim gibi geliyor. Halbuki insanlar ne kadar kırıcı ve bencil değil mi? Hep daha fazlasını istiyorlar bizden. Onları düşündükçe, onlar için bir şey yaptıkça; elindeki avucundaki bitip kendinden vermeye başlıyorsun bir şeyler. Etin kemiğinden ayrılıyor.. Her yer kana bulanıyor, parça parça oluyor vücudun. Özellikle de kalbin.. 



Bu dünyada yaşamayı güzel kılan nadir şeyler var. Mesela evrenin, doğanın güzelliği. Ama esas; iyi insanlar. İşte onlar güzel ve anlamlı kılıyor yaşamayı. Ailen, eşin ve dostların.. O sevilesi insanlar olmasa; sanırım yapamazdım. Dayanamazdım. 


Ve yine anladım ki, hayat aile olmadan yaşandığında çok değersiz. 

Geçmişim için üzgün, ama kendi geleceğim için azıcık da olsa hala umutluyum..


18 Haziran 2014 Çarşamba

Eller

yazıp yazıp siliyorum.. yine anlatmaktan vazgeçiyorum.
çünkü bugüne kadar sevdiğim hiçbir insana anlatamadım onlardan ne kadar sevgi ve şefkat beklediğimi. 
anneme babama bile..
duygularım içime hapsoldu hep. 
buz gibi, dirayetli, sert, mantıklı bir kız yetiştirirken; bir yandan içinde fırtınalar kopan, duygu çöllerinde susuz kalan bir kız da yetiştirdiler onun yanında.
inadına da hayatının kararlarını vereceği zamanlarda hep duygusal davrandı. 
ama içimdeki şu duygusal açlık hiç dolmadı. 

günler geçtikçe, hayatımdan, karakterimden nefret eder oldum. 

her konuda.

sadece biraz sahiplenilmek, biraz da verdiğim şefkatin aynısı görebilmek istiyorum. biraz bu açıdan düşünülmek belki de.. 

çünkü her şeyi yapabilmek demek bir kadının yine de kendini küçücük hissetmesini, korkmamasını sağlamıyor malesef. o kadın yine de şefkat bekliyor sevdiklerinden. sıcak bir kucak, güven dolu kollar, saçları okşayan eller..

çocukluğumdaki bir eksiklik olsa gerek, ama en çok bunu arıyorum:

saçları okşayan eller.. 
şefkat dolu eller.. 
hiç bıkmayan hiç sıkılmayan..
uyuyana kadar devam eden..
karşılık beklemeyen..
saçları okşayan eller..
eller..

Dile getiremediğim fakat ihtiyacım olan anda olmayan o ellerin yoksunluğu, hayatımda her zaman yalnız kalmaya mahkum olduğumu gösteriyor sanki.

bedenen değil.
ruhen olan yalnızlık. 
en kötü olan yalnızlık.
kafanın artık duvarlardan oluştuğu, içinde bağırıp söylenip ağlayıp ekosunu sadece senin duyduğun yalnızlık.
karşındakine söylesen de anlamayacağı yalnızlık.
hep buruk olacağın yalnızlık.
ruhen olan yalnızlık..

ah eller..


13 Haziran 2014 Cuma

Yanan-Sönen ateş: Aile.

Bir zamanlar..

Aileydik. 
Çocuktum. 
Mutluydum. 
Yaratıcıydım.
Meraklıydım.
Araştırmacıydım.
Aptalca şeyler yapsam bile hepsi saflıktandı. 

Sonra..

Büyümeye başladım.
Ailem dağılmaya başladı.
Annemle babam birbirine küstü. 
Birbirlerinin ailelerine küstü.
Derken birbirimize küstük.

İşte ondan sonra bir daha hiç eskisi gibi olamadım.. 
Çocukluğumdan çok uzaktayım.


...


Küçükken, hem annemin kardeşleriyle hem de babamın kuzenleriyle çok daha fazla vakit geçirirdik. Herkes bir aradayken çok mutluydum. Gülüşmeler, şakalar, sohbetler, uykusuz geceler, gidilen yepyeni yerler.. Sonra 10 yaşındaydım sanırım; annemle babam çok kötü kavga ettiler. Annem çekip gitti. İşte o günden sonra bir daha hiçbir şey normale dönmedi. Çünkü yaşanan hiç de normal bir kavga değildi. Birbirinden bıkmış, artık nefret etmeye başlayan iki insanın birbirine karşı kin kusmasıydı. İnsanların bu kadar çirkinleşebileceğini ilk defa o zaman görmüş olmalıyım ki, bana sakinleştirmek için dokunmaya çalışan babama "Bana sakın dokunma!" diye kendimi tutamadan bağırmış hatta haykırmıştım belki de. Bakışlarındaki "Ne yaptım ben Allahım.." pişmanlığını ilk defa o zaman gördüm babamda. Üzerinden koca koca yıllar geçmesine rağmen hala unutamam. 
Babamla annemin kavgası, her ikisinin bireysel ailelerini de etkilemişti. Zaten baba tarafım annemi pek sevmezlerdi (Sonra farkettim ki esas sevilmeyecek insanlar onlarmış.). Derken barıştılar fakat bu sefer birbirlerinin aileleriyle tartışmaya başladılar. Bunu da ilk başlatan babam oldu. Annemin kardeşlerine sebepsiz şeylerden küsmeye başladı. Üstüne bizim görüşmemize de laf etti. Ardından annem geldi. O da babamın ailesine küstü. Sonuç olarak biz kardeşimle hep ortada sap gibi kaldık. Hiçbir yere ait olamadık. Herkes mutlu mutlu toplanırken, bayramları seyranları kutlarken; ben hep özenerek baktım. Yanımızda ya annem yoktu ya da babam..
Belki birbirimize tutunmalıyız derken, babam bizden bıktı. İstemedi. Hayatını istediği gibi yaşayamamıştı çünkü bize dediğine göre. 
Topallaya topallaya, ağlaya ağlaya, sinir krizleri geçire geçire bir şekilde yılları geçirebildik. Ama o safhada hala sap gibi kalmaya devam ediyorduk orada burada. Fakat öyle bir gün geldi ki artık benim için, herşeyin dönüm noktasıydı. Aile olmayı buram buram özlerken, ailemden nefret eder hale geldim. İşte o gün de annem ve babam, hayatta en zor yıkılabilecek şeyi yıktılar: Onlara duyduğum güveni. Anne-babaya duyulan, o mükemmel güveni..
Her insanın başına geldiği gibi, benim de başıma geldi ve tüm kötü şeyler birbiri ardına yaşandı. Sadece anneme babama değil, annem ve babamdan sonra gelebilecek insanlara olan güvenim de gitti. Çünkü her şey kendini kötü zamanlarda daha iyi belli ediyor. Savaş gibi adeta. Hayatta kalmaya çalışmak için elinden gelen her şeyi yapıyorsun o içindeki hayvan içgüdüsüyle.. 

Bunları neden yazıyorum bilmiyorum ama, O günlerden sonra bir daha asla normal olamadım. Sanki hala içim acıyormuş gibi hissediyorum, olayları unutmuş olsam da. 
İşin kötüsü geçmişi, o güzel günleri, herkesin güldüğü, hep beraber yemeklerin yendiği kahkahaların atıldığı, güzel günlerin kutlandığı günleri çok ama çok özlüyorum.. Küçük kuzenlerimle şubat tatillerinde gittiğimiz sinemaları bile özlüyorum... 
Onlar hala hep beraber. Belki eskisi gibi değil ama, en azından bizim kadar uzak değiller. Teyzemin kızını sadece doğduğunda gördüm mesela.. Facebook'tan resimlerini görmek çok garip yaptı beni. Güzelleşmiş, büyümüş kocaman olmuş..

Belki kızıyorlardır gelip gitmediğime. 2 senedir İzmir'deyim gerçi. Ama öncesi içinde kızgın olmaları muhtemel. Çünkü çok fazla gitmedim. Çok fazla aramadım. Gidemedim, arayamadım belki de.. Çünkü onların yanında eksik durmak canımı yakıyor. Gülemiyorum eskisi gibi. Samimi olamıyorum. Çünkü bunlardan çok daha güzel günlerimiz olmuştu. Ve ben, çocukken sanmıştım ki, çok daha güzel günler görüp yaşayacağız. Öyle olmadı. Olamadı. En azından benim için. 

Bütün bunlar yaşanmadan önce, 8-9 yaşlarındayken ben, hep birlikte Sapanca Gölü'ne gitmiştik. Çok mutluyduk. Kimi sohbet ediyor kimi kitabını gazetesini okuyordu.. Ama mutluyduk. Huzurluyduk. Her yer yemyeşildi. Hemen gölün kenarında, koca bir ağacın altındaydık. Bana alınan hatıra defterini oraya götürmüştüm. Annem babam dışında sanırım pek yazan yoktu. Çünkü önce aileme yazdırmak istiyordum. Yazdırdım da nitekim. 
Ömer Dayım, tam da o günü betimlemişti. "Bak Sapanca Gölü'ndeyiz şu an tatlım.." diyordu. "Belki bir yanında olamayacağız ama sen bunu hatırlayıp hep yanındaymışız gibi hisset birtanem". 

Bu yazının yazıldığı tarihten bugüne kadar, o fotoğraf hafızamdan hiç silinmedi. Ne zaman gerçekten koca ailemi özlesem o günü düşünürüm. Dayımın yazdığı o yazıyı da her okuğumda ağlarım..  Aynı şu anda ki gibi.

...


Bu yazıdan çıkarılacak hiçbir sonuç yok sizler adına. Ben sadece bir üzüntümü paylaşmak istedim. Belki de paylaşmaktan ziyade, içimden çıkarmak.. 

Teyzemlerin, dayımların, amcamların beni anlamasından başka umudum hiç olmadı bugüne kadar. Sanmıyorum bakabildiklerini. Çünkü ben çoğuna göre hayırsızım birazcık. Ama kimse bilmez ki, beni üzen şeyleri hiç arayamam. Uzaktan bakmakla yetinirim. Ya da yokmuş gibi yapmakla.. 
Ama sorun değil. Hayırsız denilmeye, bu şekilde anılmaya şikayetim yok. Çünkü benim canımı acıtan çok daha büyük bir şey var. Yaşanan kavgalar falan da değil.. 

Bir daha o günlerin asla gelemeyecek olması işte benim canımı acıtan.